Lisans eğitimimi Bilkent Üniversitesi’nde aldım. Orada okumayı hiçbir zaman sevmedim fakat Bilkent’in her bölümden her öğrencisine almayı zorunlu tuttuğu “Humanities” diye bir ders vardı. Kanadalı bir hocam olmuştu o derste; Andrew… Kendisini hiç unutmadım, unutacağımı da sanmam ama tabi kim bilir hayat bu; henüz unutmadım en azından.
Bize derste kimlik numaralarımızı yazdırıp “Önünüzdeki bu numara sizi açıklıyor ve tanımlıyor. Bu mudur, yani bir miktar rakam mı olmak istiyorsunuz ömür boyu?” diye sormuştu. İstemiyordum ama nasıl bilmeden. Hala bilmiyorum çoğu zaman. Bir de bana verdiği bir diğer ders bu hocamın; Bilkent gibi resmi ve bence kasıntı (!) bir okulda hiçbir yazımızı pasif dilde yazmamamızı istemesiydi. Onun ağzından bildiriyorum:
“Bu kelimeler, cümleler (umuyorum ki) sizin değil mi? Neden kimin olduğu belirsiz olacak bir hale sokuyorsunuz? Kendi cümlelerinize sahip çıkın. Daima ben diliniz olsun.”
Uzun lafın kısası; ben de bugün başka hiçbir dersimde veya okulumda izin verilmediği üzere kelimelerime sahip çıkarak, ben dilinde, dilediğim gibi bir paper yazacağım size.
Üniversite ikinci sınıfta oldukça korkunç bir senemde, özellikle bir gece hiç unutmam çok zor gelmişti yaşamak. Tam o anda yakın bir arkadaşım bana “Hasret” şarkısını göndermişti. (Söyleyen Sema olmalı, bu detay önemli.) Belki bilirsiniz, oldukça hüzünlü bir şarkı bence. İçimden “Neden bana bu haldeyken bu şarkıyı gönderdi, deli mi ne?” derken, o şarkıyı dinleyerek ve köpekler gibi ağlayarak tabiri caizse hayatta kaldım.
Bundan bir yıl sonra Almanya’da yaşarken gittiğim bir festivalde (Türkiye kültürünün aksine hiçbir şey tüketmeden, alkol dahil) sabaha kadar dans ettiğim bir günde o geceyi düşünerek “İyi ki” dediğimi ve yaşadığımı hissettiğimi de henüz unutmadım.
Yıllar sonra Nietzsche’nin en sevdiğim kelimeleri döküldü önüme:
“Bir Tanrı’ya inanacak olsaydım dans etmesini bilen bir Tanrı’ya inanırdım.”
Yolum Yin yoga ile kesişti bundan yıllar önce de. “Yin” bir dağın karanlıkta kalan tarafı demek; “Yang” ise aydınlık tarafı. Taocu felsefenin terimleri olan bu kavramlar şunu anlatır diye bilirim: Her şey zıddıyla var olur. Her kutup, diğer kutbu kapsar ve daima kendine çeker.
Acının olmasının sebebi acının olmaması; acının olmamasının tek yolu da acının olması yani…
Seneler önce aldığım İleri Seviye Hatha Yoga Uzmanlaşma eğitiminin ilk günü değerli bir hocam bizlere birer kağıt verip “Oturun ve şu sıralar hayatınızda sizin için değerli olan şeyleri çizin.” demişti. Hayatımın pek parlak bir dönemiydi diyemem. Hiçbir şey çizememiştim; bir çizik dahil. Ben ve kağıt bakıştık. İnanır mısınız o günden bugüne bakıyorum da şu an baya değerli bir hayatım olduğunu düşünüyorum. Ve en önemlisi bu hiç kolay olmadı, olmuyor ve baya da aktif bir süreçti.
Kendimde hoşlanmadığım çok halimle tanıştım; onları dinlemeyi öğreniyorum. Geçmişimi suçlamayı bıraktım. İnsanları suçlamayı azalttım. Gelecek beni kaygılandırsa da yaşamaya çalışıyorum. Kötü hissedecek olmaktan kaçmamaya çalışıyorum. Ha bu noktada sevdiğim başka bir söz: “Kaçabildiğin acıdan kaç; kaçamadığınla yaşa.” Değerlerim nedir sorusuna cevaplarım var artık. Kararlı kalmaya çalışıyorum. Mekanik bir şekilde düz bir çizgide olmuyor bu ama çalkantılarımı da sevmeye başladım. Ben dediğim nedir bilmiyorum ama deneyimlemeye çalışıyorum.
Tanılara, semptomlara, mutluluk dayatmasına katılmayalı çok oluyor diyeceğim ama bazen fark etmeden bu tuzakta buluyorum kendimi. Teoride sorsanız içselleştirdiğimi düşündüğüm bilgilerken bunlar, bazen bir bakıyorum bir eyleme geçmek için iyi hissetmeyi bekliyorum.
Kısacası; bilmek yetmiyor, hatta yaklaştırmıyor bile. Deneyimlediğimde bunu da anlatamıyorum bu sefer. Hadi gel de yaz şimdi bu yazıyı…
Bir seansta eski bir danışanım “Kötü hissediyorum ve bu bitsin istiyorum.” demişti. “Ne istiyorsun peki?” dedim. “İyi hissetmek” dedi. “O nasıl bir şey?” dedim. “Mutlu olmak işte” dedi. “Mutlu olunca ne olacak?” dedim. “Bilmiyorum ki.” dedi…
Genelde de bilinmez zaten… Ne demiş Buddha?
“Hayat bir ıstıraptır.”
Ne demiş Sartre?
“İnsan, kendi kendisini belirlemeye mecbur bir varlıktır ve bu da demektir ki insan özgürlüğe mahkumdur.”
Ne demiş Kierkeegard?
“Bize acı veren duygular, onun berrak bir resmini çizdiğimiz anda acı olmaktan çıkar.”
Nasıl çizeceğiz bu resmi dediğinizi duyar gibiyim…
Kabul ederek.
Tüm hücrelerimizle; kendimize iyi hissetmeyi dayatmayarak, acılarımıza sahip çıkarak. Onları olduğu gibi görerek. Büyütmeden veya küçültmeden. Kendimizi sadece acılarımız üzerinden tanımlamayacağız elbet fakat bileceğiz ki kusurlu, eksik, kırgın, kırılgan, üzgün, sarsılmış, zorlanmış ve zorlanan taraflarımız var.
Haydi bir metaforla anlatayım bunu:
“Büyük bir parti verdiğinizi düşünün. Bu parti herkese açık bir parti, herkes gelebilir. Arkadaşlarınızı arıyor çevrenize haber veriyorsunuz ve partiniz için büyük hazırlıklar yapıyorsunuz. Beklenen gün geliyor ve arkadaşlarınızın gelmesiyle eviniz yavaş yavaş dolmaya başlıyor.
Her şey harika giderken birden kapı çalıyor ve siz bu kez gelenin kim olduğunu tahmin etmeye çalışarak kapıyı açıyorsunuz. Kapıyı açtığınızda gelenin kaba saba, bakımsız ve sevmediğiniz bir komşunuz olduğunu görüyorsunuz. Onu içeri almak istemiyorsunuz fakat o bir merhaba bile demeden içeri dalıyor ve partiye arkadaşlarınızın arasına katılıyor, kaba bir şekilde yiyip içip konuşuyor. Çok utanmış ve de kızgın hissediyorsunuz. Dayanamayıp bu kadarı yeter diyerek onu evden kovuyorsunuz. O gidince kendinizi rahat hissediyorsunuz ve partinize dönerek kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Aradan bir süre geçtikten sonra yeniden kapı çalıyor ve açtığınızda yine o kaba komşunuz olduğunu görüyorsunuz daha siz dur diyemeden o direkt içeri dalıyor ve partiye katılıyor. Onu tekrar kovuyorsunuz. Bu sefer işi garantiye almak için kapının önünde bekliyorsunuz ve bu sorunu çözüyor. Komşunuz artık partide değil. Ama asıl sorun şu ki siz de kendi partinizi kaçırıyorsunuz. Komşunuzun partiye tekrar gelmesini riske atmak istemiyor ve ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Partiye dönüp eğlenmek istiyorsunuz ama komşunuzun orada olacağı düşüncesi sizi oldukça rahatsız ediyor. Bir süre sonra bu partinin sizin için önemli olduğunu düşünerek içeri geçiyor ve kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Düşündüğünüz şey gerçekleşiyor ve komşunuz geri geliyor ve yine rahatsız edici oluyor. Fakat bu sefer durum farklı. Öncelikle komşunuz orada duruyor ve onu görmezden gelmeniz mümkün değil. Ama yine de siz arkadaşlarınızla vakit geçirmeye onlarla sohbet etmeye devam ediyorsunuz. Tuhaf bir şekilde komşunuz orada olmasına rağmen partinizde iyi vakit geçirebildiğinizin farkına varıyorsunuz. İlk olarak en azından kendi partinizi kaçırmıyorsunuz. İkinci olarak ondan kurtulmaya çalışmadığınız için o da daha sakin, hala rahatsız edici olsa da eskisi kadar kötü değil. Daha sonra komşunuzun daha önce hiç fark etmediğiniz özelliklerini görüyorsunuz. Örneğin keskin de olsa kendine özgü bir mizah anlayışı var ve bu birkaç arkadaşınızın hoşuna bile gitti.”
Şimdi benim hiç misafirim yok demeyin, zira inanmam zaten…
Kendinizle şunu konuşun; misafiri kovmaya, yok etmeye, inkar etmeye, gelmemesini sağlamaya mı çalışıyorsunuz yoksa artık o misafiri kabul edip partiye odaklandığınız kısma geldik mi?
Hayatta başımıza hoşumuza gitmeyen birçok şey gelecek, kendimizde veya başkalarında hoşumuza gitmeyen birçok tarafla karşılaşacağız. Ve hayatta her şey kontrolümüzde değil; kontrolümüzde olmayan her şeyi olduğu haliyle görebilmektir kabul.
Yaşamın içinde deneyimleyen bir siz varsınız. Bu siz; üzülüyor, seviniyor, heyecanlanıyor vs. Deneyimliyor yani. Burada hepimiz genelde baya iyiyiz.
Bir de gözlemleyen siz var. Bu siz deneyimlemiyor. Deneyimleyeni gözlemliyor. Gözlemlediği o noktada görüyor, fark ediyor ve fark ettikçe kabul edecek.
Olanı olduğu gibi kabul edecek.
Olan oldu, oluyor ve olacak. Bırakın olsun çünkü zaten oluyor. Siz isteseniz de istemeseniz de.
Hani Nietzsche’nin üst insanı misali.
Sen, güzel insan, yaşamının sorumluluğunu alabilir misin?
Olmuş, olan ve olacak her şeyiyle…